EĞİTİMCİ YAZAR AHMET GÖKHAN YAZICI'NIN KALEMİNDEN...
NEDEN Mİ.! ÜLKÜCÜ HAREKET BİTMEZ.! OKUYUN LÜTFEN.!
28 Kasım 2017 Salı 19:22
Günümüzde ki siyasi hezeyanlar çerçevesinde,yeise kapılıp karamsarlığa sürüklenip, hareketin dününde olmadıkları için geleceği hakkında da olamayacak nasipsizler..
Ülkücü fikir üzerinden farklı siyasi menfaatlerle nemalanmaya çalışan biçareler...
ÜLKÜCÜ HAREKET VE ALPARSLAN TÜRKEŞ
Çok Muhterem Dava Arkadaşlarım Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeşin bu fani dünyaya teşriflerinin 100. sene-i Devriyesinde büyük meselelerin kişilere ve kişilerin kendi dönemlerine endekslenerek kısırlaştırıldığı günümüz Türkiyesinde ;
Rahmetlinin Ülkücü Harekete ve Ülkücülere emanet olarak bıraktığı MHP, Ülkü Ocakları ve hepimizin mensubiyetinden her dem şeref ve şahsiyet bulduğumuz Kutsal Davamızın kurucusu Alparslan Türkeşin aziz hatırasını fikir ve düşüncelerini ve ismi ile müstesna mücadelesini anlayabilecek, algılayabilecek ve bunu bir yaşam felsefesine dönüştüre bilecek Ülkücü Gençliğe bu yazımızı ithaf ediyorum.
“Yazalım Gel Seni Tarihe Desem Sığmazsın” ve sığmayacak bir Mücadeleyi ve Şahsiyeti üç beş satırlık bir paylaşımla huzurlarınıza getirmediğimiz ve belkide değerli vakitlerinizi bu uzunlukla işgal ettiğimiz Dava Arkadaşlarımızın hoşgörüsüne ve affına sığınıyor ve Siz Hesapsız Ülkücü Dava Adamlarını Yazımızla Baş başa bırakıyorum…
Ülkücülük kavramının sadece Türkçe lugatlarda yer alıp fazla bir anlam ifade etmediği bir dönemde ve bu kavramı lugattan alıp etrafında Milyonların Şahsiyet ve İdealizmiyle özdeşleştiren, Yüksek Ahlaklı, Yüksek Şahsiyetli İmanlı ve İdealist dava adamlarının yetişmesine vesile olan Son Başbuğumuz ALPARLAN TÜRKEŞ Beyi Rahmet ve Minnetle anıyorum.
"Ben Türk milletini;
Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
Rüşvetle, hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
Ahlâktan yoksun bir hürriyete,Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum.
Türklük gurur ve şuuruna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum.Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş!
Türk aydınları, Türk gençliği!
Buluşma yerimiz Büyük Türkiye’dir! Buluşma noktamız imanlı Türk ferdinin cevher-i aslîsidir. Bugüne kadar olduğu gibi Türk halkını yalnız kendi yazdığınız kitabı okumaya, yalnız kendi söylediklerinizi dinlemeye çağırmayınız. Siz de onun söylediklerini dinlemeye, onun okuduğu kitabı okumaya, onu tanımaya, anlamaya koşunuz. O zaman buluşma yeri ve noktasında asgari müştereklerde değil, azami müştereklerde birleşeceğiz.
Bu mücadelemiz içte ve dışta yılmadan devam edecek ve bu yolda Allah’ın izni ile mutlaka muvaffak olacağız. Geleceğin Büyük Türkiyesi! Selâm sana!"
Alparslan Türkeş
Oldukça geniş coğrafyalara yayılmış olmalarına rağmen Türkler bünyelerinde mevcut olan organize olabilme kabiliyetinin ve bunun tabii bir sonucu olarak ortaya çıkan binlerce yıllık Devlet geleneğinin kendilerine sağladığı güçle Tarihin hemen hemen bütün devirlerine damgalarını vurmuşlardır.
Devletsiz kalmanın esaret olduğu devirlerden beri devlet kavramına çok büyük önem atfeden Türk Milleti, bu inançtan aldığı güç sayesinde muktedir devletlere kavuşmuşlardır.
Her yeni coğrafya kat edişinde yorulmak bir yana dinamizmini artıran Türkler , muhteşem devletler silsilesinin en büyüğünün temelini anayurt Orta Asya bozkırlarının binlerce kilometre uzağında Anadolu yaylasının Söğüdün de Osmanlı Devletinin temelini attılar.
Osman Gazi’nin “Kuru Cihangirlik davası değildir, kelamını yaymak” şeklinde özetlediği ve vasiyet ettiği mücadele anlayışı öncülüğünde hem Anadolu Türk birliği, hem de Batıya hak ve adalet adına yürüme mücadelesi birlikte verilmiş, akıp giden tarih içinde İstanbul fethedilerek Doğu Roma İmparatorluğu’na son verilmişti. Ridaniye antlaşmasıyla Hilafetin Osmanlı Devletine geçişiyle beraber İslam birliği pekiştirilmişti.
Batıda ise çark Osmanlı Devletinin tersine işliyordu. Rönesans, coğrafi keşifler, teknik ilerlemeler Avrupa’yı harekete geçirmişti. Osmanlı batı karşısında geri kalmaya başladığını ancak askeri sahada aldığı mağlubiyetlerle fark edebildi.
Lale Devrinde Batılılarla Osmanlı idarecileri arasında başlayan şahsi ilişkiler zamanla Devlet politikası haline getirildi. Çeşmede Osmanlı donanmasının bozguna uğratılması yeni tedbirler alınması ihtiyacını ortaya çıkardı. Devrin Sadrazamı Halil Hamit Paşa tarafından Mühendis hane-i Bahri Hümayun açtırıldı(1773).
Eğitimde batılılaşmanın ilk ciddi uygulaması olan bu okul, bundan sonra muhtemel bozgunlara karşı Avrupai tipte deniz subayı ve mühendisi yetiştirecekti. Okulun hocaları Fransa’dan getirilmiş daha sonra okulun 30 öğrencisi eğitim gayesiyle Fransa ya gönderilmişti.
Sadrazam Halil Hamid Paşanın büyük önem verdiği eğitimde batılılaşma onun ölümüyle duraklamış, ancak III. Selim tahta çıkışı bu hareketi hızlandırmış, II. Mahmut’la beraber iyice kök salmıştı.
II. Mahmut döneminde Batıdan etkilenme eğitimle sınırlı kalmıyor, kültürel ve hukuki sahaya da yayılıyordu.
19.yüzyılın başlangıcından itibaren okullara Fransa’dan uzmanlar çağrılması ve Fransa’ya öğrenci gönderilmesi sürekli biçimde artıyor, Fransızca yazılmış bir çok eser klasik olsun,olmasın Türkçe ye çevriliyor, daha sonra anlaşılacağı üzere ;Tanzimat hareketinin fikri temelleri atılıyordu.
Tanzimat’tan bu yana çöküşe karşı arayan aydınlar başlıca üç grupta toplanmışlardı .Bunlar,Türkçüler,İslamcılar ve Batıcılardı. Bunların düşünceleri dönemin fikir hayatına zenginlik kazandırsa da , çöküşü durdurmak gibi büyük bir hedefi durduracak sonuç alınamamıştı. Erime hızla sürüyordu. Türkler sanki asırlarca hükmetmiş bir milleti değil, adeta yalnızlığı sembolize ediyordu.
Oysa İslam dünyasında IX. ve XIII. yüzyıllarda , Batı medeniyetine ışık saçmış daha sonra oluşturacakları medeniyetlerine ,kaynak teşkil etmiş olan İslam medeniyeti; kültüründen uzaklaşmış dönemin Batılı büyük devletlerinden biri olan İspanyada, Hıristiyan din adamlarının, dünya dönüyor diyen bilim adamı Galile’nin işkence tehdidiyle iddiasından vaz geçirmelerine benzer baskılar ; Müslüman din adamları tarafından , Farabi, İbn-i Sina, Rüşt gibi filozoflara da yapılıyor,
Özellikle son yüzyıllarda, dinsel taassup, yenilik (bidat düşmanlığı, Batıyı taklit etmiş olmak korkusundan, ilimde ,fende,teknikte geri kalmış, Rönesans ve coğrafi keşiflerle gelişmelerinin önünü açmış olan Batı Medeniyeti karşısında aşağılık duygusuna kapılmalarına yol açmıştı.
Hilafet sancağıyla birlikteliklerini sağlayan Osmanlı İmparatorluğuna karşı bağlılıkları, batı devletlerin misyonerlik faaliyetleri, milliyetçilik akımlarını, Osmanlı bünyesinde körüklemeleri ve fetva makamlarına kadar ulaştırmayı başardıkları sahte şeyh, derviş ve din adamlarının faaliyetleriyle,
İslam Birliğinin temelini çökertmiş ve bir çok İslam ülkesinin Osmanlıdan kopup, Batılı devletlerin sömürgesi olmaları konumuna getirmişti.
İslam dünyasındaki bu erimenin önüne geçebilme çalışmalarına koyulan Osmanlı Devleti, İslam birliğini korumak üzere, Batılılaşma adına, Batı medeniyetine ulaşmak üzere Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet ilanlarıyla öne çıkmış, fakat bu teknikte-ilimde-fende batılılaşma çalışmaları, batı medeniyetinin kültürünü, giyim ve kuşamını, hukukunu taklit etme yarışını dönüşmüş ve erimenin, çöküşün nihayetinde dağılmanın önüne geçilememişti.
İşgaller ve çözülmeler baş göstermişti. Ruslar Türkmen bölgesine yerleşmeye başlamış Fransızlar-Tunus'a, İngilizler-Mısıra, İtalyanlar-Sudan, Musavvo ve Beylül'e, Bulgaristan-Rumeli'yi işgal etmiş, Batılı Devletler işgal ettikleri topraklarda birbirlerine imtiyaz tanımışlardı.
Girit,Kuveyt,Turusina yarımadası, Akoba bölgesi, Fas gibi İslam ülkeleri ve Makedonya ve Trakya II. Meşrutiyetin ilanına gelinceye kadar elden çıkmış ve Osmanlı İmparatorluğu, İslam dünyası, işgaller, ayaklanmalar, isyanlar, içerisinde yüzlerce yıllık İslam ve Türk toprakları, Devletleri, Batılı Devletlerin boyunduruğu altında bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi.
Osmanlı Devletinin ve İslam ülkelerinin bitişin eşiğine geldiği bu dönemlerde, , ileride belki Osmanlı İmparatorluğunu, o şaşalı dönemlerine kavuşturamayacak, İslam Ülkelerinin teker teker birlikteliklerini sağlayamayacak, fakat bir dönem mazlum İslam ve batılı dünya milletlerinin ümidi olmayı;
Anadolu Söğütten 400 çadırlık bir topluluktan başlayan ve cihan hakimiyeti mefkuresine ulaşan serüvenin temel dinamiği olan Türk milletinin bağımsızlığı adına başlatılacak kurtuluş hareketinin temelleri Anadoluda atılmış
Vatan için, din için, millet için sürdürülen amansız mücadele sonunda işgalciler Anadolu 'dan kovulmuş yerine Türkiye Cumhu¬riyeti! adı verilen yenİ bir Tüık devleti kurulmuşdu. Devletin kuruIuşunun üzerinden çok geçmeden, mücadele günlerinde .
Milleti düşmana karşı ölümüne cepheye sürükleyen binlerce yıllık değer yargılarının önce ihmal edilmesine, sonra da yıkılmak istenmesine şahit olundu. Günümüzde olduğu gibi Kıble artık ”BATI” idi.
Sadece teknik sahada değil, kültürel sahada da "ilerliyoruz" derken Etimesgut köyüne Hollanda ineği getirmekle kalınmıyor, eğitimin başına da Dr. Köhne, Bayan wilson ve john Dawey gibi Batılılar getiriliyordu.
İlk defa ciddi anlamda ll. Mahmud döneminde gerçekleştirilen "mecburi kültür değişmleri" Genç Türkiye Cumhuriyet'in ilk yıllarında çok daha büyük bir hızla, üstelik itirazı halinde idama varan cezaların verildiği olağanüstü bir ortamda yapılıyordu.
Kılık-kıyafetin kanunla düzenlendiği pek nadir ülkeler¬den biri olmuştu Türkiye; Millet şaşkındı... Dün kovulması için canı pahasına savaşılan düşman, o günlerde hukukuyla. giyimiyle, kültürüyle asırlardır yaşadıkları ata diyarı topraklara geri dönmüş kök salıyordu.
Değer yargılarının en büyüğü Islama karşı anlaşılmaz bir sindirme hareketi başlatılmış İslam'ın siyasi ve sosyal hayat üzerindeki etkisi yeni kanuni düzenlemelerle yok edilmiş, dine etki sahası olarak ta vicdanlar gösterilmişti .
Devrim inkılap ve reform adına yapılan bu tür kanun ve uygulama sahası Türkiye'deki Marksistlerin cesaretini artırmıştı
Devlet kurumlarında, özellikle Milli Eğitim Bakanlığın da meydana gelen aşırı sol kadrolaşma ve faaliyetler Osmanlı Devleti'¬nin son dönemlerinde çöküşe karşı 'Türkçülük" tezini öneren ekibin Cumhuriyet dönemindeki devamını harekete geçirdi, aşırı sol gelişmelere karşı ilk Türkçü tepkiler ortaya çıkmaya başladı.
Dönemin "Milli Şef" lakaplı Cumhurbaşkanı ismet İnönü’nün de Türkçülere karşı hasıma ne tutum takınması, ırkçılık suçlamaları, 3 Mayıs 1944 olayları, tutuklanmalar, yargılanmalar o günlerin çalkantılarını si¬linmeyen tarihe zaptediyordu. "Milli Devlet'in milliyetçileri yargıladığı sayfalar tarihteki yerini almıştı artık.
Devletin adı "milliydi artık ama, ABD istedi diye çok partili hayata geçen, NATO istedi diye Kore ye asker gönderen, Fransa istedi diye Cezayir';n bağımsızlığı için çarpışan milislere asi lakabını layık gören, Rusya istedi diye oradan kaçan soydaşlarını iade eden bir 'Milli devlet''ti Türkiye!..
Memleket iyi yada da kötü meselelerde, milletin iradesine değil dışarının isteklerine boyun bükülür ol¬muştu. 'muasır medeniyet seviyesi" ise tutturmak bir yana hayal bile edilemiyordu.
Ekonomik ve teknik sahada, ikinci Dünya Sava¬şı'nda yerle bir olmuş birçok ülke tekrar büyük bir hızIa atağa kalkarken, Türkiye bu sahada da çok hantal bir görüntü arz ediyordu...
Çok partili hayata geçişle birlikte fikri ve siyasi renklilik artmış, özellikle 60'lı yılların sonuna doğru aşırı sol hareketler eylemci bir karakterle ortaya çıkmışlardı. "Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir" denmişti ama, Batı kültürünün ürünü olan maddeci ideolojile¬rin tümü gibi komünizmin de yeşerebileceği iklim, (Cumhuriyetin başlangıcından itibaren yapılan köklü değişiklikler sayesinde) vardı
Türkiye'de. Maneviyata karşı resmen savaş açılmış bir ülkede maddeyi temel alan, batı kaynaklı "izm”lerin türernesi sürpriz değil ta¬bii bir sonuçtu.
Alparslan Türkeş';n Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne girmesiyle siyasi partiler sahasında aksiyon olarak başlayan Milliyetçi mü¬cadele, daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi'nin kuruluşuyla yayılarak sürdürülüyordu
Üniversite gençliği içinde de ülkenin sosyal ve siyasi tablosunu Türk milletine yakıştıramayan, maddeye dayalı devlet düzeninin reddeden dinamik bir ülkücü nesil teşkilatlanıyordu.
Genel Başkanımız Devlet beyinde öncülüğünde Fakültelerde ayrı ayrı kurulan ülkücü dernekler, Ülkü Ocakları adı altında federasyonlaşarak 70'li yıllara damgalarını vuruyorlardı.
Yaklaşık iki asırdır süren özden kopuş ve batı taklitçiliğine karşı islami değerleri ve öz kültürünü savunarak muhalefet edenler daha önce yok değildi. Ama bunlar ya ferdi mahalli faaliyetlerle ortaya çıkıyorlar, ya da fedakarlık konusunda çok ileri gidemiyorlardı, buğz yöntemiyle yetiniyorlardı.
Ülkücü Hareket ise inançları uğrunda bütün fert/eriyle ölümü göze alan ve tüm yurt sathma yayılmış ilk ve tek organize hareketti. Batı kültürüne ve inanç sistemine karşı çıkan gruplar arasında Ülkücü Hareket';n metod haricindeki en önemli farkı buydu: Ölümüne kadar mücadele...
Elbette ki bu sert ve asil karakterin sahibi büyük başın ağrısı da büyük olacaktı!
70 'Ii yıllar sosyal açıdan Cumhuriyet Tarihi'nin en hareketli yıllarıydı. Bütün dünyada sol terör tırmanırken, bundan en çok etkilenen ülkelerden birisi de Türkiye'ydi.
Sovyet yayılmacılığının ilk hedefleri arasında yer alan Türkiye bu talihsiz konumu dolayısıyla nice yıllarını ve nice vatan evladını yitireceti.
Yıllardır Anadolu'da estirilen ekonomik, siyasi ve sosyal içerikli Batı kültürü ürünlerine bir yenisi daha eklenmişti. Komünist terör...
İlginçtir, imana karşı savaş açmış komünist çeteler, Türkiye'de maneviyat adına ortaya çıkmış diğer grupları değil de Ülkücü Hareketi hedef seçmişlerdi. Yıllar boyu sürecek mücadelenin maneviyat cephesini ( Bazı küçük istisnalar hariç) sadece ve sadece ülkücüler oluşturuyordu. Çünkü imana saldırılar karşısında karşı koyan, boyun bükmeyen, yaklaşan tehlikeyi önceden sezebilen bir tek ülkücüler vardı...
Bu önemli farkın bedeli ağır olsa da "ikinci Kuvay-ı Milliye Ruhu" tüm hareketi kaplamıştı. Bu mukaddes mücadelede ölümün şehitlik olduğuna inanıyordu ülkücüler. "yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Bilakis onlar diridirLer. Fakat siz farkında değilsiniz" (Bakara Suresi, 154. Ayet) Kızıl namluların karşısında göğüs gerenlerin parolasıydı artık.
Kur'an- Kerim'de belirtilen "güzel ticaret "e talipti ülkücüler. Canlarıyla cenneti satın alıp, Peygamberlerle, Sıddıklarla yan yana olmayı arzuluyorlardı.
Ünlü Türk-islam düşünürü Mevlana Celaleddin-i Rumi ölüme gitmeyi "Gül bahçesine girmeye" benzetirken, Milli istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’da şehitlerin defnedildiği yeri mezara değil, "Peygamber kucağı"na benzetmiştir. Anlaşılacağa üzere şehadet, milletimizin aynı zamanda kültürünün de bir parçası olmuştu.
4 Ocak 1968... Ülkücü Hareket ilk şehidini verdi: Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi öğrencisi Ruhi Kılıçkıran Ramazan ayında iftardan sonra şehit edildi.
23 Mart 1970'de, Ankara Beşevler'de Süleyman Özmen, 8 Haziran 1970'de ciğerlerine komünistlerce hava pompalanan Dursun Önkuzu ilk şehidIer... Kervan yüz birinciye kadar tek tek uzuyor. Yüz bire geldiğinde aynı gün iki şehit var! Ankara 'da Ekrem Tar, istanbul'da Zeki Bük... Artık günde iki şehid verilen günler sırada...
Sırasının tespit edilebildiği son şehid istanbul'da Ekrem Baykay. Onun şehadet sırası 156... Daha sonra sırası tespit edilmese de toplam rakamları binlerle ifade edilen bir şehidler ordusu "Peygamber kucağına sarılacaktı. içinde yaşanılan şartlar ülkücü edebiyata da yansımıştı.
“ Bir leyle-i kadirde düşen din için yere
Şu matemli kalbimden o ülkücü şehide
Se¬nin baş ucunda taş, bizim gözümüzde yaş
Neden ağlayayım, ölmedin ki ülküdaş..."
mısraları o dönemde ülkücülerdeki ruh halinin tipik bir ifadesi...idi
Milliyetçi Hareket Partisi her seçimde oylarını arttırarak, iktidar yürüyüşünü hızlandırırken, Ülkü Ocakları da yurdun dört bir yanına yayılıyordu.
Bu durum ise ülkücülerin vatan hainleri ve bölücülerin gözünde "yıkılması gereken bir engel" olma özelliğini daha da pekiştiriyordu.
"Komünizme, faşizme, kapitalizme ve her türlü emperyalizme hayır denirken Türk milletinin kurtuluş yolunun Turk Milleti'nin yüzlerce yıllık değer yargılarına uygun formüller de aranması gerektiğini ifade ediyorlardı.
Ama çareyi ithal ideoloji/erde arayanlar boş durmuyorlardı Sovyet tehdidi sürerken,yerli işbirlikçilerde ülkenin bütün kurumlarında,okullarında,sokaklarında,ihanet,operosyanlarını,gerçekleştiriyorlardı.hakim oldukları yerleri de “kurtarılmış bölgeler” ilan etmişlerdi.
Devlet adeta sindirilmişti.
"Savaşımız vurguncu düzene" diye haykıran ülkücüler hem iktidar olmak için halkın desteğini arıyorlar, hem de düzen ve komünist çetelerle olan amansız kavgalarını sürdürüyorlardı.
Ortaokul öğrencisinden belediye başkanına, işçisinden öğretmenine, imamından, üniversitelisine kadar geniş bir kesim vatanı uğruna şehit düşerken, Ülkü Ocakları da "meşru müdafaa" haklarını", kullanıyorlardı .
İslam düşmanlarınca yapılan saldırıların hemen hepsi ülkücülere hedef alırken, Müslümanlığı kimseye bırakmayan bazı grupların hiç sesi bile çıkmıyordu.
Olaylar sağ sol çatışması gibi tevil edilerek, sorumluluğa girmekten kaçılıyordu... Maneviyat adına yürütülen saldırıların bütün cephelerinde ülkücüler yalnızdı.
Bütün bu şartlara rağmen ülkücüler yok edilemediler. Türklerde İslam öncesi ve sonrası hakim olan "Aleme nizam verme" ülküsü, 20. yüzyılın son çeyreğinde ülkücülerin şahsında yeniden canlanmıştı.
Türk İslam medeniyetinin yeniden ihyası için canını feda eden insanlar vardı artık. Türk Milleti topraklarının dışında kalan ve unutturulmaya çalışılan soydaşının varlığından ancak ülkücülerin çabaları sonucunda haberdar olacaktı.
Sovyet yayılmacılığının Türkiye için ne denli bir ciddi tehlike olduğunu yıllarca savunan ülkücülerin bu görüşünü ciddiye almayanlar Sovyetlerin Afganistan'ı işgalinden sonra ancak bu gerçeği kabul edebilmişlerdi.
Ve ülkcülerin savunduğu tezlerin tamamının gerçek olduğu zamanla ortaya çıkacaktı. işte Doğu Anadolu meselesi... işte kapitalizmin Türkiye'de yolaçtığı felaket..
Ülkücü görüş, madeye dayalı bütün “ideolojileri” ve batı kaynaklı “izm”leri reddetmiş, kapitalizm ve komünizmi aynı kefeye koyarak sadece isimlerini "kara" ve "kızıl" diye ayırmıştı.
Kurtuluş recetesi "milli bünyedeydi. Türk milletini Allah(cc) adına binlerce yıl dünya ya hükmettiren ruh iktidar olmalıydı. Yeniden dirilişin, formülleri dışarıda değil, Türk insanında aranmalıydı...
Türkiye, ebedi batıya "kuyrukluk gibi bir zillete talip olmamalı, bu milli şahsiyeti ezici tutum yerine tarihi misyonuna uygun bir şekilde tüm Türk ve İslam dünyasına liderlik etmeliydi...
Ülkücüler 12 Eylül 1980'den önce bir yandan komünizme karşı bir iman mücadelesi ortaya koyarken, diğer yandan da Türkiye Cumhuriyeti'ne yukarıda sıraladığımız tarihi hasletlerini iktidar yapma mücadelesini veriyorlardı.
80'li yılların eşiğinde Türkiye'de bü¬yük kavga devam ediyordu. Ya ülkücüler iktidar olacıkti, ya da Türk milletinin kendi "öz yurdunda garip, öz vatanında parya "lığı sürecekti...
72 Mart döneminden sonra Necip Fazı! Kisakürek, komünistlerin eylemlerini tahlil ederken "bu insanlar küfür için ölüyorlar" diyor
du ve hemen soruyordu; "iman için ölecekler neden yok? inananlar için ölmeyi kafirler kadar damı göze alamazlar?"
Necip Fazılın tercüman olduğu duygular ancak ülkücüler vasıtasıyla gerçekleşmiş, vermiş oldukları mücadeleyle ülkücüler rüştlerini ispatlamışlardı.
İişte bu sebeple ülkücüler; dün olduğu gibi bugün ve yarın da Türk milletinin, tarihi misyonunu yeniden yüklenme¬si yolundaki en büyük teminattır.
Yediden yetmişe bütün ülkücülerin bu gün içinde bulunduğumuz durumun muhasebesini sağlıklı bir şekilde yapa bilmek için dünden bu güne ülkücü hareketin mücadele temelleri ve sürecini dayandığı tarihi misyon ve sorumluluğu özetle ortaya koymaya çalıştık ki!
-Ülkücü hareketi farklı mecralara taşıyarak bölmeye ve engellemeye çalışanlar…
-Ülkücü hareket üzerinden kişisel maddi menfaat üzere sülük vari geçinenler ve bugün faklı siyasi pozisyon almaya çalışanlar
Ülkücü Hareketin asla engellenemeyeceği, Ülkücülerin bütündenn koparılamayacağını iyi anlasınlar ve adımlarını ona göre atsınlar.
Herkes haddini ve hududunu iyi bilsin ki,Ülkücü Hareket`; pazarlarda ıspanak fiyatına satılacak, kolay kazanılmış bir hareket değildir.
Lideri , teşkilatları ve dava adamları ile birlikte bu günki haklı ve onurlu duruşunun binlerce yıllık bir devlet ve millet geleneğini referans alan ve bunun siyasi litaratürde ki tek karşılığı ALPARSLAN TÜRKEŞ beyden günümüze, bizlere miras kalan bir süreç olduğunu anlayabilmek ve yaşayabilmek dileği ile...
“VE TARİH ŞEHADETE SUSAMIŞ BİR ÜLKÜCÜDEN DAHA MÜTHİŞ BİR SİLAHIN KEŞFEDİLEMEYECEĞİNİ YAZACAKTIR” S.AHMED ARVASİ
RUHUN ŞAD..!MEKANIN CENNET..! EFENDİMİZ ŞEFAATÇİN OLSUN..! BAŞBUĞUM
Ruhuna El Fatiha
selam-saygı dua
Ahmet Gökhan YAZICI
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Erzurum Olay
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.